21 Mayıs 2016 Cumartesi

HALK




Çarşamba günü kızlar ''Hadi Eminönü'ne rööportaj yapmaya gidiyoruz'' dedi ve yola koyulduk. hayal ettiğimiz insanların Yunus hakknda yada Od ve İskender Pala hakkında neler bildiklerini öğrenmekti. Ama çoğu kişi video teklifini kabul etmedi ver tersleyenler oldu. Bu bizim hevesimizi bıraz kırdı ama birkaç insandan Yunus hakkında doğru yanlış birşeyler duymak yine de eğlenceliydi. Yunus'un çok popüler olduğunu düşünürdüm. Öyle tabi ama insanlar sadece adını ve Türk tarihinin önemli kişilerinden birisi olduğunu biliyor. Onlara sorduğumuzda bizim de bilmediğimiz ilginç bilgiler ve yorumlarla Yunus'u halkımızdan dinlemek isterdim açıkçası...
Son çare bu küçük heykelcik oldu. En azından konuşamadığını bildiğimiz için hayal kırıklığına uğramadık. Ya konuşabilen ama konuşmayanlar?
Ayrıca turist bir abla vardı ona da selam olsun okadar İngilizce sınırlarımı zorlayıp Yunus Emre'yi sordum ve ''bilmiyorum'' dedi...

20 Mayıs 2016 Cuma

MOLLA KASIM





Harika bir romandı...
Her kitap ders çıkarılmak için yazılmamıştı ama ben bu dercede der çıkardığım bir kitap da okumamıştım.
Yani Molla Kasım kaç bin kere belki lanet etmiştir o şiirleri yaktığı için.
Ama iyi ki de yakmış.
Yoksa belki biz Yunus'un ,İsmail'in hayatını öğrenemeyecektik.
Tarih de gömülen bir sır olarak kalacaktı. 
Kitabın bana en iyi öğrettiği şeyde buydu.
Yanlış birşey yaptığını ve hata ettiğini düşünüyorsan sabret, bu yanlışının da elbet bir sebebi vardır ve karşılığını iyi şekilde alabileceğin gün gelecektir.
Hiçbir zaman lanet etme.
Her zaman şükret...

TURAKÇIN ve SAMUEL




     
             ''Yaran-ı safa, aşık Yunus, görür müsün şu cennet bhçeleri ne güzel bahçeler imiş!''


63 yaşından sonra sünnet olan yaşamı tamamlamsı üzerine gözlerini tedavi etmemesi bana Ahmet Yesevi'yi hatırlattı. Oda geri kalan ömrünü bir mezar da geçirmişti. Belki de tasavvufun son seviyesine erişmek budur.

Yıllardır birbirini arayan baba-oğul. Biri özlemine aşkı katarak diğeri ise öfkeyi. Yani Yunus oğlunun yerini bulup kavuşmasını beklemiştim. Ama bunca yıl aradıktan sonra tesadüfen karşılaşmaları beni olumlu anlamda şaşırttı. Allah en yakın dostunu ondan alıp oğlunu bağışladı. Tahtadan sopasını kılıca dönüştüren Turakçın İsmail'in oğlu olduğunu anlamış ve Yunus'a kavuşması için kendini dostunun oğlunun oklarına feda etmişti. Yunus'u görmeyen aşık oldum demesin demiştim. Turakçın'ı görmeyen de gerçek bir dostum demeden önce bir düşünmeli bence...


İsmail'in aklındaki Tanrı'yla ilgili sorular kısa zamanda son buldu. Çünkü babasına kavuşmuştu. Derdi bittiği için ümitsizliğe düşüp sonuçları bir şeye yüklemesine gerek yoktu. Korkmasına da gerek yoktu. Gerçi Yunus ile Arn Usta bile karşılaşsa eminim müslüman olurdu...

SAMUEL ve GEYİKLİ BABA




   
         ''Madem Allah Kerim'di ve kulun işini onarıyordu, neden benim işlerimi hep bozuyor?!''



Babasına olan öfkesinin dışa vurumu biraz zayıflamış gibiydi. Çünkü dediği gibi artık dert etmesi gereken bir yeni bir ihanet vardı. Yani yıllarca yoldaşınız olmuş bir insanın sizi bir kadın uğruna hiçe sayması affedilir birşey değil. Dinlediği türküden söyleyen çok güzel olduğu için yada müziği çok sevdiği için etkilenmemişti. Bence Allah'ın yardımı ile babasından ona gönderilen bir mesaj gibiydi. Ve babasının sözleri onu ağlattı. Tanrı'nın işleerini bozduğunu söyledi ama belki de Allah'a kendini adayıp, sorgulamasında başarılı olabilseydi çok daha önceden Allah onu babasına kavuştururdu.



                                                       ''Size ölüm var mıdır?''
                                                       ''Ölümsüz yer var mıdır''


İnsanları sevmek... Hiç bu açıdan bakmamıştım. Yani hepimiz Allah'ın üfürdüğü birer nefesiz. Bizim kalplerimize sevgiyi koymuş olmasının nedenini tam olarak hiç merak etmemeiştim. Her birimiz onun birer parçasıyız ve bribirimizi sevdikçe onun bir parçasını sevmiş oluyoruz ve bütün bunları sevdikçe Allahın güzelliğinden bir parça sevmiş oluyoruz yani. Allah'ı sevmek önce yarattıklarını sevmekle başlıyormuş...
Yine tabiatla iletişim kurmak. Demek ki nsan bazen kendi cinsinden bulamadığını küçük sarı bir çiçekte bulabiliyormuş.

SAMUEL ve ÇOBAN

                              



                                   ''Ben senin oğlunum, eğer o sen isen veya sen o isen...''



        Dışına babasına olan öfkesini bukadar vurup da içinde kat kat daha fazla olan özlemini saklamasını anlayamıyordum. Belki de affetmeye çoktan razı olduğu için kendine kızıyordu. Ve babası onu ararken o da babasını arıyordu. 

        İsmail'den Yunus'a olan bir mektup anca bukadar güzel yazılabilirdi.Aslında Samuel'in tüm arayışları ve özlemi bu mektup da açıkça belli. Arn Usta 'nın yanına bir daha dönmeyip eşkıya gibi yaşamasına rağmen asla kadınlara ve  çocuklara zarar vermemiş haksız yere zulüm işlememişti. Yani her nekadar Tanrı'dan kopmuş olsa bile içinde kalan bu belirtiler belki de babasından ona kalan sayılı şeylerden biri olsa gerek. Babasından geriye kalan bir şey daha var o da benzerlikleri. Zaten birbirlerini bulmalarına sebep olan şey büyük ölçüde fiziksel benzerlikleriydi.



                                                    ''Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür''


        Evet Yunus. Senin mısraların dağdaki çobana bile ulaşmıştı. Yani bak yıl olmuş 2016 bana bile ulaşmış 1300'lerden. 
       Sitare'nin dediğinin yıllar sonra doğru çıkması beni etkilemişti.İnsanlar maddeden ümidi kesince manaya yöneliyorlardı. Ama Bozkır artık temiz ve güvenli olduğu için yani para çoğaldığı için dergahlar artmasına rağmen kişiler azalıyordu. Nasıl bir nefse sahipsek bir yolunu bulduğu zaman hemen bizi ele geçiriyor. Romanda hep hayal ettiğim birşey de yer alıyordu. Tabiatla sohbet halinde olmak. Yani hayvanları anlamak, ağaçları anlamak gibisinden. Çocukken de hep böyle bir özel gücüm olsun istemişimdir. Meğersem takvaya sahip olanlarda bolca varmış bu özel güç :)

IŞIK / ZAHİR BABA



 
     ''Allah bazen kederi kalplere bir sır diye koyar Yunus'um, kalplerin en karanlık köseşine...''



        Yunus doğduğu köyü yeniden onardı ve yaşanabilecek bir yer haline getirdi. Bu zamana kadar okuduğum bölümler hep Yunus'un derviş olmak için aydınlanmasıydı. Bundan sonrası ise Derviş Yunus olarak etrafını aydınlarması olacak. Abakay dervişten öğrendiği şeyleri kullanması, köyü yeni yurt haline getirmesi gerçekten dergahtan çok fazla şey öğrendiğinin kanıtıydı.Farkettim de hikaye boyunca Yunus hep gezdi, hep dolaştı. Ve birçok dost edindi. Hepsinden birşeyler öğrendi yada öğretti. Bu da demek oluyor ki dervişler miskin miskin oturur diye birşey yokmuş. Adam tüm Anadolu'yu dolaştı yani.


        Bu dünyada herkesin bir sırrı ve hikayesi vardır. Bu romanda fazla şekilde bunlara rastladım. Çok sayıda dert gördüm, bir okadar da derman arama yollarına şahit oldum. Kimin yolu doğru kimin yolu yanlış belli oluyor zaten. Ayrıca Yunus ve dervişler için sözün öneminin çok büyük olduğunu anladım. Bize konuşmanın, sohbet etmenin dertleri azaltacağını yazar her zaman vurgulamaktan memnundu.

BAYBARS




   ''Bir aynaya iki surat, bir Kabe'ye iki ilah olmaz. Sen gönül kabeni başka yerde kur. Bundan gayrı         sen artık 'Şeyh Yunus' oldun.''



        Yunus'un şiirlerinin çoğalması, Horosan erenlerinin dualarından nasiplenmeleri ve kuyuya düştükten sonra iyileşmek için geçen zamanda ibadetleri ile Allah'a daha çok bağlanması zaten artık kendi dergahına sahip olmasının hazırlıklarıydı. Bozkır artık Sitare'yi ve çocuklarını kaybettiği zamana benzemiyordu. Barış gelmiş, topraklar yaşanır hale gelmişti. Tapduk asasını bulduğu yerde dergahını kurmasını ve orada insanlara öncü olmasını istemişti. Ve Yunus'un gönül Kabe'si inşa edeceği yer doğduğu yerdi. O topraklardan ayrılırken elinde hiç bir şeyi kalmamıştı. Fakat gönüllere girmek için geri döndüğünde belki de elinden çıkan maddi şeylerin yüz katı manevi olarak ona yüklenmişti.

ABDALLAR ve ANA BACI




''Yıllar yılı titreyerek odun getirdiğim vakit od ile yanarak halden hale yükselmişim de haberim yokmuş. ''



Beni şaşırttığı için kerametlerin en sevdiğim bölümler olduğunu söylemiştim. Yani biliyordum demek istemiyorum ama biliyordum. Yunus'un Tapduk'un gözünde ne kadar değerli olduğunu. Onu uzaklara gönderdiği için fazlalık olarak gördüğünü sanıyordu. Ama o uzaklardayken olgunlaşmıştı. Ormana hükmetmeyi öğrenmişti. Abdallar ona ginderilen bir melekti belki ve değerini onlar sayesinde anlamıştı. O dergahtan dışarı çıkmadığı sadece ormana gidip geldiği halde Bozkır'daki insanlar onun hürmetine Allah'tan rızık istiyorlardı. Şanı yayılmıştı bile. Bu da yaptığı nankörlüğü farketmesini ve birkez daha pişman olmasını sağlamıştı. Dediğim gibi bu onun daha çok olgunlaşmasını da sağlamıştı.


''Pişmanlık kadar insana yakışan bir hal yoktur Molla Kasım. Düşün ki ateşe atılmış yanıyorsun ama her yanlış bir kere daha temizliyor seni. ''


Tekrar ve tekrer pişman olup aynı kapıyı çalmak. Çok utanç verici görünebilir ama aldığın ders hayatının geri kalanını büyük ölçüde değiştirir. İnsan Allah'ın verdiği nimetlere kör olup dostluğunuu zedelememeli. Yunus'da şeytanın yüzünden bir süre kör olmuştu. Ama her gözü açılan kör dünyanın bütün güzelliklerini her zaman gözü açık olandan daha iyi görür misali, insanda pişmanlığı tadınca hatasını anlayıp, aslında sahip olduğu şeylerin ne kadar güzel olduğunun farkına varıyor. Yunus Tapduk'un yoluna yatınca ''Bizim Yunus mu?'' diyeceğinden okadar emindim ki. Daha kitabın ilk başında söylemiştim bu dergahın kapısına geleni sorgulamadığı gibi harika bir şekilde ağırlar diye. Allah'ın kapısını çalanı geri çevirmek olmaz.Dervişler tarafından eziyet görmesi de pişmanlığının ne derece ona yettiğini anlatıyordu...

PADİŞAH ve AVARE





    ''Benim gibi miskin bir derviş olup da ne yapacaksın, odun mu taşıyacaksın?''
    ''Hayır odunu altın edeceğim''



     İşte en sevdiğim yerlerden bir kısım daha. Göllelrin içinden ırmakların akmaya başladığı zaman yani kerametler.Dervişlik budur işte maddi olarak dünyaya hükmedebilecek dereceye  belki gelirsin -ama umrunda bile değildir- belki de gelmezsin orası bilinmez de, manevi olarak zaten dağa, taşa, ormana, ağaca hükmediyorsundur. Dünyaya hükmedecek güçleri olan birinin bile yapamayacağı şeyler. Ben de bukadar zor hayatın içinde böyle kerametler görünce ''çektiğine değdi!'' demekten kendimi alamıyorum...


    ''Mademki merhemi başkasından ister, varsın gitsin, bundan böyle her şeyi başkasından istesin!''



        Şimdi sen daha az evvel dağı taşı altın etmiş insansin be Yunus! Ne diye kendi kendine hurafelere kapılıp, dergahtan bir yarar görmediğini düşünüp orayı terk edersin ki? Çok merak ettim gerçekten. Bu nasıl bir çelişkidir? Tapduk'u hiç göremediğinden, ona değer vermediğinden yakınıyordu. Okurken ciddi anlamda hak vermedim. Daha dergaha ilk gelişinden ona çok önem verdiğini anlamıştım. Burada Yunus'a biraz sinirlensem de onun için bir imtihan olduğunu ve sonra daha çok olgunlaşıp geri döneceğini biliyor gibiydim. Bu yüzden o güzelim dergahla henüz işinin bitmediğini anlamıştım.

SAMUEL





                   ''Çocukları annesiz ve babasız bırakan bir inanç neden kutsal olsundu?''




        Samuel hala baba özlemi çekiyor ve hala Tanrı'yı sorgulamaya çalışıyor. Cesurluğu sayesinde cellatlığı kolayca öğrenmiş hatta yeni bir işkence aleti bile yapmış. Derviş babanın cellat oğlu. Babasını tanıyan kişileri görünce onlara inanmadı. Belki de kesin kanıtları olmadığı için. Yada Alamutlular babasının onu heryerde aradığını söylediği için haksız yere ondan nfret etmiş olacaktı ve bunu kabullenemiyordu. Ayrıca babası bile bırakıp gitmiş(!) olan bir çocuğun kolayca insanlara güvenmemesi gayet normal. Ama bence kaçırıldığında biraz da olsa onlara inanıp babsına kavuşacağını ümit etmiştir.

MEVLANA HÜDAVENDİGAR




                                          ''Yıldızdan geç Yunus, artık güneşe bak!''



        Bol öğütlü,bol ders çıkarılan bir bölümdü. Bu bölümde kesinlikle Mevlana Derviş Yunus'un iz bırakacak derecede mükemmel bir ahlaka ve mükemmel bir şiir yeteneğine sahip olduğunu anladığı için onunla sohbet etti. Ayrıca onun fikrini soracak derecede önem vermesi de Yunus'un günümüze kadar gelen şanının bir belirtisiydi bence. Tamamen Allah aşkını kavramış olan Mevlana Yunus'a yıldızdan geçip güneşe bakmasını söylemişti. Yani güneşte bir yıldızdır ama en büyük yıldız. Artık Sitare'nin acısını içinde hissetmemesini, yıldızın aşkından en büyük olan güneşin aşkına tutulması gerektiğini söylemek istemişti belki de.Ölümü bukadar güzel anlatması ölümü güzel görmesinden kaynaklanıyordu. Kimileri için ölüm toprak altında yılanlarla boğuşmakken kimileri için Allah'a kavuşmaktı sonuçta.


        ''İyi insan mutluluk, kötü insan tecrübe, yanlış insan ders, mükemmel insan iz bırakır''
                                                                                                                                          -Mevlana

ÇELEBİ FARUK




''Dışlarını süsleyerek ve onları başkalarına göstererek hükmeden mülkün sultanları mı; yoksa içlerini süsleyerek ve başkalarının içini görerek hükmeden gönlün sultanları mı üstündü?''



        Şimdi Çelebi Faruk ve çelebilerin imrenilecek ahlaklarına gelmeden önce bişey demek istiyorum. Dergahta Çelebi Faruk ile oğlu Lokman Beşe birlikte ilim görüyorlar. Bunu öğrendikten sonra aslında Yunus'unda İsmail'i yanına alarak ilim aramasının mümkün olabileceğini düşünmüştüm. Ama daha sonra aklıma maddeyi yitiren manada üstün olur sözü gelince bunun Derviş Yunus için belki de daha iyi olduğunu faerkettim.


         Bilmem zikri roman boyunca hep kafamı karıştırmıştır. Yani neyi bilmeyecek, neyi bilecek yada neyi bilmiyormuş gibi yapacak? Acaba bildiği herşeyi Allah istese bilmesine izin vermezdi diye kendi bildiği olarak görmeyecek? Her türlü soru işareti olan kısımlar benim için.


         Benim de bilmediğim birşey başkaları tarafından canları gibi korunsa-o şeye onlar sahip olmamasına rağmen- bende merak ederdim. Ayrıca çelebilerin ''Hiçbir şeye sahip ve malik değiliz; her şeyin malik ve sahibi Allah'tır'' demesi durumu daha da gizemli hale getiriyor.Tüm kitap boyunca etkilendiğim birçok kısımdan en güzelleri arasında yer alıyor. Dervişleri hep maddeden elini ayağını çekmesi, bir hurma bir su ile beslenmesi, az para ile yaşaması ile tanırız. Ama bu dervişler beni gerçekten etkiledi. Düşününce kolunun altına bir servete sahipsin ama bırak içini açıp bakmayı sanki bir padişahı korurmuş gibi muhafaza ediyorlar. Üstelik bunun karşılığında o servetin binde biri kadar kazanç beklemeden.
                              ''Nerde kaşanelere sahip olabilecek iken fakir gibi yaşayan, nerde zaten yoksul olup dervişlik taslayan!''

DERVİŞ / TAPDUK SULTAN





             ''Anladım ki Çekikgöz'ün benden aldığını bana yine bir Çekikgöz verecekti.''



        Hacı Bektaş'ın Yunus'u Tapduk Sultan'ın kapısına göndermesi belkide Yunus için dervişliğe hazırlıktgı. Çünkü maddeden umudu kalmayanlar manaya kolayca yönelebilirlerdi. Yunus'da Sitare'nin kalbinde dinmeyen sevgisi ve İsmail'in hasretiyle Allah'ın kapısını aramak için yola koyuldu. Tüm maddi şeylerini kaybetmiş olabilirdi ama sonuç olarak mana aleminde tanımsız bir tat kazanmaya başlamıştı. Bence kaybettikleri onu Allah'a yaklaştırmıştı.


        Tapduk Sultan'ın dergahını çok beğendim. Yunus acaba buradan da beni reddederlermi diye korkarken Tapduk ona ''Nekadar geciktin Yunus'' demişti. Allah'ın kapısına gelenleriin nasıl ağırlanması gerektiği bu cümlede fazlasıyla anlaşılırdı. Ayrıca Yunus'un önceden düşündüğü gibi sadece sabahtan akşama kadar miskince zikir çekmiyorlardı. Tarım, hayvancılı işleri yapılıyordu. Her derviş hem dünyalık hemde ahiretlik nimetler için çalışıyordu. Böyle bir dergahta olmayı kim istemez hem burda rahatsın hem ahirette. Derviş olasım geldi yemin ederim.


        Tasavvuuf da çile çekerek olgunluğa ermek diye bir şey var. Daha ilk geldiği günden Yunus'un bir Çekikgöz'ün yanında hücrede kalarak ilimlerini paylaşması gerektiği bu olgunluğun çok da kolay olmadığını bana farkettirdi.

SAMUEL





      ''Babam mı?!
        Doluya koyuyorum almıyor; boşa koyuyorum dolmuyor!...''



        Samuel yani İsmail. Kaçırıldıktan sonra bir cellatın yanına köle olarak veriliyor ve orada cellatlığı öğreniyor. Babasına kızgın olması normal birşey bence. Terkedilmek(!) bir yana daha sonra hiç tanımadığı yerlere esir düşüyor sonuçta. Roman'ın bu bölümünde çok güzel bir çelişki farkettim.
Daha önce de dediğim gibi Yunus'un başına gelenlerin onda biri çoğu kişinin başına geldiğinde küfre yöneliyor. Samuel'de de aynısını gördüm . Bunun bir imtihan olduğunu kabul etmek istemiyor yada zorluklarla başa çıkamayacağı için Allah'ı inkar edip küfre yöneliyor. Burada iki farklı karakter gördüm. Bunu Samuel'in yaşının daha çok küçük olmasına ve ustasından etkilenmesine de bağlıyorum. Ozamanlar on yaşında olduğuna bakarsak Tanrı'yı zekice sorgulaması hoşuma gitti.


                     ''Kovada bir delik olmakla on delik olmak arasında sonuç değişmez''



        Kitapta Samuel bölümlerinin gelmesini dört gözle bekliyordum. En çok eğlendiğim ve bir nefeste okuduğum bölümlerdi. Cellatlık maceraları, babasının aksine imtihanından dolayı Tanrı'yı sorgulaması, ustaası ile olan sohbetleri ve en çok da babasına öfkesi giderek artmasına rağmen içindeki özlemin ve ona kavuşma isteğininde doğru orantılı olarak artması beni Roman'a en çok bağlayan kısımlar oldu.

HACI BEKTAŞ





                            ''Dünyalığı sevmek, dostun düşmanı sevmesi gibidir''



        Yunus buğday almak için Hacı Bektaş'ın dergahına gidiyor. Hacı Bektaş ona geri dönmeyip burada takvaya ermesini söyleyince Sitare'nin özlemine dayanamayacağını düşünüp kabul etmiyor.Ve döndüğünde Sitare'yi ölmüş olarak buluyor.



        Hacı Bektaş dünyalığı sevmekten bahsetmişti, yani nefsine yenik düşmek. Yok olmayacak olan birtek Allah varken, fani birinin ömrünü sonsuz takvaya tercih ettiği için belki de Sİtare'yi kaybetti. Nefsine yenik düştü. Bektaş çok ısrar etmişti kalması için eğer kalsaydı bir süre sonra onlarıda yanına alıp birlikte dergahta kalabilirderdi. İnsanlar kendi dertlerini kendileri yaratıyorlar bence. Zorlukları kendileri üretip sonra onlarla baş etmek için yardımcı arıyorlar.

       
          Allah der ki: "Kimi benden çok Seversen, onu senden alırım." ve ekler:

         "Onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım."

ASLANLI HÜNKAR




     ''Allah'ın dostluğu rahmetiyle, kulun dostluğu taatiyle görülür. Allah'ın rahmetinin gelmediği hiçibir an yoktur. Kul gelen rahmeti göremiyor diye taatini kesip dostluğu zedelememelidir.''




        Yunus herşeyi olan Sitare'yi kaybedince hatasını anlıyor ve İsmail'i Satı Nine'ye bırakarak tekrar Tebessüm Sultan'ın yanına gidiyor ama kabul edilmiyor ve Tapduk Sultan'ın dergahında artık ilim aramasını söylüyor. Köye tekrar geri döndüğünde ise İsmail çoktan kaçırılmış oluyor.



        Önemli kişilerin hayatının imtihanlarla dolu olduğunu söylemiştim. Ama Yunus'un imtihanları gerçekten kendi hataları yüzündendi. Bunun oda farkında zaten, kendine İsmail'i yanlız bıraktığı için kızıyor. Ciddi ciddi küçücük çocuk yani yanında taşıması çok zor değildi. Ve ailesinden geri tek o kalmış. Bir an bile yanlız bırakmaması gerekirdi. Beni şaşırtan ve Yunus Emre'ye birkez daha hayran olmamı sağlayan bir şey var. Herşeyini kaybetti, gittiği dergahtan geri çevrildi, hayatı mahvolmuş durumda, ve birçok insanın yaşadığı kötü şeylerin belki de on katını yaşadı. Buna rağmen Allah'a olan bağlılığı, dünyadan koparak onun sevgisine daha çok yaklaşması, yani derdin dermanını onda araması beni ona hayran bıraktı. Dediğim gibi daha derviş değilken bile bu özelliklere sahipti. Zira bunlardan birini yaşayıp küfre yönelmiş birçok insan var.

SATI NİNE ve SİTARE




      ''Sevgilinin gözünden akan bir damla, bir erkek için ya hazinedir yada hazineyle tartılır.''


       
        Çekikgöz  işgalinden sonra  Yunus'un önderliğinde Ucasar'da kalan aileler Sarıcaköy'e gelip yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlar. Yunus Hacı Bektaş'ın dergahına davet ediliyor ama insanların sorumluluğu onda olduğu için teklifi geri çeviriyor. Bu kısımlarda Yunus dervişliğe karşı yani Bozkır bu haldeyken dervişlerin oturup sadece zikir ederek miskince yaşamalarını hoş görmüyor. Bu kısımda göl ve ırmak benzetmesini çok beğenmiştim. Bazıları göl gibi durgun bir yaşam sürmek isterken o ırmak gibi coşup akan hayatı tercih ediyor, sanki bu zamanda öylece oturmak ona vatanına ihanet gibi geliyordu. Kitabı okumadan önce benim düşüncelerimde tamamen böyleydi. Yani dervişliği sabahtan akşama kadar zikir sanıyordum. Ama daha sonradan o gölün içinden ne ırmaklar aktığını Yunus gibi okurken bende onunla birlikte farkettim.



                 
                              ''Zira ki Allah kulunu sevmeseydi kul Allah'ı sevemezdi''



        Gerçekten Sitare'nin aşkını bilemem ama kitabı okuduktan sonra Yunus'un aşkını görüpte ben aşığım diyen az kişi vardır heralde. Tanışmalarından Yunus ölene kadar sevgisi biraz bile azalmamış. Onu yıldızı, ışığı olarak benimsemesi. Hiç yanlız bırakmaması,  zorluklara, hasrete karşı onunla mücadele etmesi. Daha dervişlik makamını tanımamış olmasına rağmen karakteri hep temizmiş.



        Sarıcaköy'e de çekikgöz saldırınca bu sefer Yunus Tebessüm Sultan tarafından bizzat çağırılıyor. Bu sefer talan olan köyün ihtiyaçlarını karşılamak için gitmeye karar veriyor...



       

RENÇBER / İBRAHİM ve TEMÜR ALP




                              ''Her şey, uçan ateşlerin gelişiyle başlamıştı Molla Kasım''



        1. bölümün yani Yunus'un hikayesinin başladığı yer. Yunus'un iki oğlu ve karısı ile yaşadığı ev. Çekikgöz evlerine saldırıyor ve İbrahim yaralanıyor. Yunus da onu Satı Nine'ye ulaştırmaya çalışırken yaralanıyor.  Zaten her zaman bunun örneğiyle karşılaşmışımdır. Dünya'nın geçmişinden bu yana kadar nekadar önemli, tarihe geçmiş, bilinen insanlar varsa hayatları abartılı bir şekilde beter ve zor geçmiştir. Bunun en büyük örneği Hz.Muhammed(s.a.v). Daha hikayenin başından oğlunu kaybetmesinden belliydi zor bir hayatının olacağı. Sanırım sana verilen imtihanlara nekadar dayanıp Allah'dan uzaklaşmak yerine çareyi onda arar ve sabredersen takvada okadar üstün olursun.



                           ''Bildim ki insan sevinince, üzüldüğünden daha şiddetli ağlarmış.''


 
        Temür Alp Ata... Hikayedeki korkulu ismim. Ciddi anlamda sıkıldığım yegane bölümlerden birisi bu atamızın kahramanlıkları ve hayatını dinlemek oldu. Kitap sayfası çoğalsın diye mi yazılmış anlayamadım.

        Ve yine garip bir kişilik Sitare. Yani hikaye boyunca kendisi çok yer almasa da Yunus'un aşkıyla dilinden düşürmemesi yetti de arttı bile. Sevdimmi sevemedimmi bilemedim. Ama okuyan herkes eminim ki aralarındaki aşka sahip olmak ister. Çok cesur, tam bir Türk kadını. Kılıç kullanabiliyor. Ama benim garibime giden şey Sitare'nin bukadar cesur olmasına rağmen İbrahim öldüğünde bukadar fazla etkilenip resmen bitkisel hayata geçmesiydi. Tabii annelik içgüdülerini çok bilmem ama yanında kocası vardı sürekli üzülmemesi ve iyi olması için ilgilendi. Ayrıca daha çok küçük olan oğlu İsmail de vardı. En azından onunla ilgilenmesi gerekiyordu. Ve İbrahim ölmesi sırasında Yunus'un tam bir gün boyunca baygın kalması da garip geldi. Nasıl ölmedi yani şaşırdım doğrusu. Kafamda deli sorular...

ŞÜPHE




                 ''Sevgilisi olmayan biri, yaşadığını sansa da yürüyen bir ölüden ibarettir''



        Yunus'un oğlu İsmail. Sanrıım hayatında önemli olan tek varlık babası ve yıllarca onu bulamamış. Bırakıp gittiğini düşünüyor, bu bölümde babasına  bayağı bir sitem etti. Düşününce beni bırakıp giden bir babam var diyelim ve üzerinden yıllar geçmiş. Ona asla inanmam ve tekrar babam olarak kabul etmem. Zaten okuduğumda İsmail'in kızgın ve kırgın olduğu her halinden belli. Ama sanki biraz zaman geçse bütün buzların eriyeceği hissiyatını aldım.


        Ne büyük ironi. Derviş bir baba ve Allah'a inanmayan bir oğul. İmamın manken kızı misali. Okurken İsmail'in dediğine göre Allah yolundan gitmek için oğlunu bırakmış. Bu ne derece doğru ne derece yanlış bilemediğim sıralardı. Ama İsmail'in düşündüğü şeyde bu zaten. Ne tür Allah'a giden yol bir oğul ile babayı ayırır ki...

       
        İsmail'in babasını kaybetmesi ve terkedildiği düşüncesi onu Allah'tan uzaklaştırmış gibiydi. Ama yolundan tam olarak sapmadığına emindim. İyice hikayelerini merak etmeye başlamıştım...




MOLLA KASIM



     
       ''Hayatım boyunca hep çok şeye sahip olmayı değil, az şeye ihtiyaç duymayı istemişimdir.''



       Molla Kasım. Kitabın ilk bölümü ve tanıştığım ilk karakter. Bu bölümde Molla'nın Yunus'un şiirlerini okuyup kendince o zamanlar kendine ters düşen fikirleri -süfi zırvalarını- görüp şiirleri denize atması fakat daha sonra aslında o şiirlerin onun için gönderildiğini öğrenip yüzlerce şiiri denize attıktan sonra ''Derviş Yunus bu sözü / Eğri büğrü söyleme // Seni sigaya çeker / Bir Molla Kasım gelir'' dizelerini okuduktan sonra pişman olması ve Yunus Emre'nin yanına giderek hayatını hem kendinden hemde oğlundan dinleyerek yazıya geçirmesini anlatılıyor. Bu Molla'nın şiirler için duyduğu pişmanlıktan ve o özel zatın hayatının, yaptıklarının ve şiirlerinin bilinmesi gerektiğini düşündüğü için böyle yaptığını zannediyorum. Fakat böylesine dolu dizgin geçen hayatları anlattıktan, dinledikten sonra bile yazdığı onca şeyin hala Yunus'un bir şiirinin yüzde birine bile denk olmadığını kitapta sürekli dile getiriyor. O şiirleri denize atmanın pişmanlığı eminim ki asla içinden çıkmamıştır...


       Molla Kasım'ın karakterini sevdim. Hatta hikayenin ilerleyen bölümlerinde çok yer almadığını görünce üzüldüm diyebilirim. Kitapta düşünüş şekli gerçekçiydi. Sanırım bende olsam okadar şiiri okuduğumda düşüncelerime uymuyorsa zaman kaybı olduğu için sinirlenip denize atabilirdim. Ayrıca her nekadar ilk başta pişmanlığı içi içini yese bile sonuç olarak Yunus Derviş'in hayatını kendinden ve oğlundan dinleme fırsatını yakalamış. Bu onun için gayet iyi bir fırsat. Her şerde bir hayır vardır diye boşuna dememiş atalarımız.